İstanbul Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Radyo-TV ve Sinema Bölümü
3.Sınıf Öğrencisi
1403980009
BİR KURAMCI: EISENSTEIN
HAYATI:
Varlıklı bir Alman inşaat mühendisiyle Rus bir annenin oğlu olan Eisenstein, ömrünün ilk yıllarını Riga’da geçirdikten sonra, 1910’da ailece Sen Petersburg’a taşındılar. Liseyi bitirdikten sonra, mimarlığa geçmek üzere, babası gibi inşaat mühendisliği tahsiline başladı.
1918
yılında iç savaş başlayınca Kızıl Orduya yazıldı. Burada tiyatroya başladı.
Önce dekorcu olarak çalıştı. Daha sonra yönetmenlik yaptı. Ünlü tiyatro adamı
Meyerhold’la çalıştı. Meyrhold’un Moskova’daki tiyatrosunda, stilizasyon,
karikatür ve genelleştirme aracıcığıyla ulaşmayı denediği, yeni bir dramatik
realizm fikrini geliştirdi. Devrimci sanatıyla geleneksel burjuva sanatının
yerini almak istiyordu.
1924’ten
sonra sinemaya yöneldi. İlk filmi Staçka (Grev) dir. 1925’te ikinci filmini
yaptı: Potemkin Zırhlısı. Bu film sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Film kurgu tekniğiyle dikkat çeker.
Eisenstein, 1929 yılında Sovyet resmi makamlarının
izniyle yurt dışına çıktı. 1930 yılında Paramount’ tan gelen bir üzerine
Hollywood’a geçti. Burada diğer bazı projelerin yanında Theodor Dreiser’in
romanı “An Amarican Tragedy” ( İnsanlık Suçu ) nin sinemaya uyarlamaya çalıştı.
Ama yapımcıyla yaşadığı kimi sorunlardan dolayı proje yapılamadı.
Eisenstein, 1932’de yazar Upton Sinclair’in yardımıyla
“Que Viva Mexico” adlı dört bölümlük destanını çevirmek üzere Meksika’ya gitti.
Film çoğu sahnesi çekildiyse de film hiçbir zaman tamamlanamadı. Eisenstein
1933’te Sovyetler Birliği’ne döndü. Diğer filmleri: Ekim (1928), Genel çizgi
(1929), Aleksandr Nevski (1938). 1944-46’da Korkunç İvan 1-2’yi yaptı. Filmin
3. bölümünü çekmeye hazırlanırken 50. doğum gününden birkaç gün sonra
Moskova’da hayata gözlerini yumdu.
Eisenstein, film yapımı dışında, sinemanın teorisi
üzerine bir hayli kafa yormuştur. Çoğu zamanını kitaplarla, film izleme ve
sinema üzerine araştırmalar yaparak geçirmiştir. Devlet yönetimiyle yaşadığı
görüş ayrılıklarından dolayı özgürce sinema yapması engellendi. O da bu
zamanlarını “sinemayı” önemli ölçüde etkileyecek kuramı üzerinde çalışmaya
ayırdı.
SİNEMA KURAMI:
Eisenstein, Moskova sanat çevresine girmeden önceki
yıllarda mekanik mühendisliği alanında çalışmalar yapıyordu. O bu çevreye
katıldığında “Consturctivisim” (Yapısalcılık) olarak bilinen döneme girilmişti.
Eisenstein, başlangıçtan itibaren, sanatsal faaliyetin bir “yapma” veya daha
belirgin olarak “inşa” etme eylemi olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle “hammadde
sorusu zihninde her zaman için çok önemli bir yer işgal etmiştir.
Eisenstein hiçbir zaman hayatı sinematik olarak
kaydetmekle yetinmemiştir. Kariyerinin başlarında uzun çekimleri kullanan
filmleri eleştirmiştir. Hiçbir uzun çekimin, olaya şöyle bir göz atmaktan daha
etkileyici olamayacağını düşünüyordu. Ona göre filmin hammaddesi, izleyiciler
arasında çarpıcı bir tepkiye yol açan çekimlerin unsurları içindeydi.
Unsurların bu şekilde nötrleştirilmelerinin esas
değeri, hislerin psikolojik olara bir başkasına yönelmesidir. Basit bir filmde,
ekranda aynı anda bir çok unsur bulunur. Onların her biri diğerini
kuvvetlendirir, birbirlerinin etkilerini yükseltirler; unsurlar birbirleri
arasında çatışma içinde olabilir ve yeni bir etki yaratabilirler. Bu, geçişin
yüksekliğini göstermektedir. Potemkin Zırhlısı (1925) filminden örnek vermek
gerekirse, bir burjuva bayan Odessa basamaklarından “onlara yalvaralım” der. O,
söylediğine her hangi bir konuşma, yazı veya hareket ile karşılık
bulamayacaktır. Bunun yerine sessizce, sürekli olarak ve uğursuzca
merdivenlerden aşağıya inmeye devam eden askerlerin gölgesini görürüz. Burada
konuşma unsuru diyalogun işçinde bulunmaktadır ve etki geçişi sağlanmıştır.
Onun hammadde kuramı, kesin olarak, Pudovkin’in
teorisinden daha karmaşıktır. O, maddesel bir yön içinde (onun atraksiyon
olarak adlandırdığı çekim görünümleri) ve zihinsel bir yön hatta ruhsal bir yön
içinde bulunmaktadır. Pudovkin hammadde sorununa bu denli çok yönlü eğilmek
yerine, bunu basitleştirerek hammaddeyi film yapımsının konumuna göre ele
alarak tanımlamıştır. Çekim, film üretimin de yalnızca teknik bir basamaktır.
Diğer taraftan bir şok veya atraksiyon, zihin ile madde arasındaki ilişkiyi
ortaya koymaktadır; bu bir izleyicinin deneyimini daha zengin bir kapsama
ulaştırma sorunu olarak karşımıza çıkar.
Filmin hammaddesi çekimlerin içindeki farklı dürtülere
göre belirginlik kazanmaktadır. Ancak Eisenstein’ın yaptığı gibi bu dürtülerin
sinemanın kendisine denk olduğu sonucuna varmamalıyız. Bu, daha çok binanın
yapı taşları gibidir. Buna “hücre” diyebiliriz. Sinema bu bağımsız hücrelerin,
bir prensip içinde bir arada bulunmasından oluşmuştur. Bu dürtülere hayat veren
şey nedir. Burada kurgunun ünlü ve temel içeriğine ulaşmaktayız.
Eisenstein’e göre kurgu, filmin yaratıcı bir gücüdür.
Bireysel “hücreler” yaşayan sinemasal bir bütün olmaktadır: kurgu, ham
çekimlere anlam veren bir yaşam prensibidir.
Eisenstein, kurgu ile ilgili çalışmalarının büyük bir
bölümünü sinema kariyerinin ilk yıllarında yapmış olmasına karşın, bu konuya
olan ilgisini tüm yaşantısı boyunca sürdürmüştür. O, farklı unsurların film
deneyimi içinde nasıl yaratıcı bir şekilde yerleştireceğini göstermeye
çalışmıştır. Film teknolojisi geliştikçe Eisenstein çok çabuk olarak her yeni
cihazın biçimsel potansiyelini göstermeye girişmiştir. Bunu yaparken, diğer
bazı konularda benzerliklere sahip olduğu Arnheim’den daha özgür bir tutum
sergilemiştir.
Eisenstein, daha sonra, her zaman için film
yapımcısının komutasındaki değişkenlerin sayısını arttırmanın yollarını
aramaktadır; ancak aynı zamanda, tüm unsurların bu komutada kalması konusunda
isteklidir. Kurgu, bu unsurları filme katan kumandanın değişebilen sesidir.
Hollywood’un bu dönemde teknik gelişmelere açık olması, izleyici için sağlanan
gerçekçiliğe eklenen bir olgudur. Eisenstein, sesin, rengin ve üç boyutluluğun
doğal gerçekçiliği etkilediğini düşünmektedir. Bu unsurların “nötrleştirilmesi”
onlara, filmin diğer unsurlarıyla karşı sürümsel bir etkileşim sağlamaktadır.
Kurgu oluşumun enerjisiyle bestesi-film yapımcısı tarafından sanatsal bir
deneyim olarak yeni bir ses alanı yaratılmaktadır.
Eisentein’in kurgu kuramının çok sayıda kaynağı
vardır. Ondaki Yapısalcılık estetiği anlayışı, film teorisinin diğer hiçbir
bölümünde bu kadar belirgin olarak görülmez. Hegel, Marx ve Eisentein’ın sosyo-kültürel çevresindeki hemen hemen
herkes tarafından ortaya konan diyalektik düşünme kuramlarına çok şey
borçludur. 1920’li yıllardaki çok sayıdaki psikolojik kuram ile de ortak
noktaları bulunmaktadır.
Eisenstein’ın kurgu kuramı onu, 20’li yılların Gestalt
psikolojisini belirleyen Arnheim’den ayıran önemli bir göstergedir.
Eisenstein’ın Pavlov ile olan bağı, onu Arnheim’den uzaklaştırmak için
yeterlidir. Gestalt psikolojisi” alan” ve “bütün” üzerinde yoğunlaşırken,
Pavlov bireysel dürtüyle ilgilenmektedir. Eisenstein’ın kurgu düşüncesi,
Pavlov’un kapsamının ötesine geçmektedir.
1920’lerde Eisenstein bireysel atraksiyonların hiçbir
zaman sinemada bir anlam olarak kabul edilmeyeceğini farkına vardı ve kurgunun
birleştirici ve dinamik oluşumunu açıkladı. Bu on yılın sonuna doğru ve
1930’lar boyunca, Eisenstein, basit kurgudan, film biçimi düzenine geçmenin
mücadelesini verdi. Çekim birleşiminin hayat veren enerjine karşın, yalnızca
birleşim noktasının tek başına tüm filmin etkisini belirleyemeyeceğini
anlamıştır. Kurgunun bölgesel düzeyde bir anlamı bulunmasına karşın tüm görünün
içinde böyle bir etkinliği yoktu.
Film biçimi sorunu, onun baskın olarak adlandırdığı
bir sorun olarak kurgunun kendi içinde bulunmaktaydı. Verilen herhangi bir
çekimde, çok sayıda atraksiyon bulunmaktadır; bunların birleşim noktası türü
olarak kabul edilmeleri gerekli midir? Eğer A çekimi, karşıt ışık değerleri
temelinde B çekimi ile birleşirse, film yapımcısı daha sonra, B çekimi ile
etkileşim içinde olan C çekimini birleştirebilir mi? Eğer bu yapılırsa, C
çekiminin ışık değerine ne olur? İzleyiciler gibi bunu tamamen önemsiz mi
görmeliyiz? Bu tür sorular, Eisenstein’a her çekimin baskın bir atraksiyonu
olduğu düşüncesine götürmektedir. Konulu filmlerde, öykü bize hangi çekimden
etkilenmemiz gerektiğini söyler.
Film yapımcısı, baskın çizgi boyunca kurgu parçalarını
birleştirmekle yetinmemelidir. Duyarlı bir yönetim ile, düşüncesindeki farklı
dürtülerin bütünün oluşumu için kullanmalı, bütünlük hissi içinde bir sonuç
izlenimi yarata bilmelidir. Böylesine bağlantılı bir kurgu düşüncesi “çok sesli
kurgu” dur ve onun sunucu “sentez birliği” dir. Bu düşünceler kurgu düzeyinden
daha üst bir noktada bulunmaktadır. Kurguyu, basit olarak, atraksiyonlarının
birbirine bağlanması olarak görememek gerekir. Kurgu, hammaddeye canlılık kazandıran
sinema enerjisidir. Sentetik birlik kapsamı bu enerjiyi anlamlı bir biçim ve
her şeyin ötesinde olan bir amaca doğru yönlendirmektedir.
Eisentein’ın sürekli olarak tekrarladığı film biçimi
ve birlik, “sanat makinesi” ve “sanat organizması” görüntüleri arasında bulunan
bir karşılıklı etkileşime indirgenebilir. Sanatın, doğa ve endüstrinin ara
noktası olması gerektiğini tekrar tekrar söylemiştir.
Sanatın bir makine olarak görünümü, hiç kuşkusuz, ilk
olarak çok sayıdaki klasik konuşma ustalarının, izleyici karşılıklarını kontrol
altına almak için sanatı bir araç olarak kullanmaları ile ortaya çıkmıştır.
Daha yakın bir zaman olan 19. yy gerçekçileri, özellikle Taine ve Zola, bu
görünümlerin ,inceden inceye işlenmesine katkıda bulun muşlardır. Ancak
Eisenstein, sanatın bir makine olarak görünüm fikrini, daha çok beraber
çalıştığı yapısalcılar grubuna borçludur. Marx ve Lenin’in hükümlerini göz
önünde bulundurarak sanatın, diğer işler gibi bir iş olduğunu belirtir. Bu
fikrini dönemin resimlerin ve yazılarını örnek göstererek pekiştirir.
Eisesntein, bio-mekanizma olarak adlandırılan oyunculuk alanının yeni bir
kuramının da savunucusudur. 20’li yıllarda, Stanislavski yöntemi ile başarılı
bir şekilde mücadele etmiştir. Stanislavski, Moskava sanat tiyatrosunun
doğalcılığını küçük görmektedir. Bio-mekanizmanın öncü isimleri 20’li yıllarda
avan-garde akımının ortaya çıkışı üzerine etkide bulunmuş.
Sanat çalışmasını oluşturan bu makinenin özellikleri
nelerdir? Her şeyden önce zihinde belirli bir amaçla tasarlanan bir oluşumdur.
Bir amaç veya bir sorunun çözümü hedeflenmektedir. Oluşturulmadan önce tüm
tasarımı tamamlanmıştır. Tüm safları amacı uygun mühendislik yöntemiyle ortaya
çıkarılır. Makinenin oluşturulması ve işlevleri büyük ölçüde daha önceden
tahmin edilen bir yapıdadır. Mühendisler daha önce benzer işlerde denenerek
yararlanılan parçaları makine bütünlüğüne benzer amaçlarla kullanılması için
oluşturmaktadır. Makinenin kendisi, işlemini etkin ve iyi bir şekilde yerine
getirebilmesi için oluşturulmuştur. Yapılan eğer bir makine ise performansı ön görülebilecektir.
Makine teklemeye başlarsa, sorun yaratılan parçalar değiştirilerek tamir
edilecektir. Zaman geçtikçe etkinliğini kaybetmesi durumunda daha yeni bir
modeli tasarlanacak,aynı işlevi daha etkin bir şekilde yerine getirmesi
sağlanacaktır. Bilim ve teknoloji bu alanda çalışmalarını sürdürmektedir.
Makinenin bu görünümlerinin pek çoğu, Eisenstein’ın
film amaç ve doğası ile ilintilidir. Onun film hammaddesinin ‘atraksiyon’
olduğu söylemiştik. Film ise psikolojik bir makine türü olarak bunların
izleyicide bir şaşkınlık uyandıran dizisidir. Film biçimi, film yapımcısının
istek ve deneyimlerine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır: gerçeğin içindeki
yaratıcı oluşum, sanatçının kendisinin sonun varlığından tamamen haberdar
yapması, daha sonra en olanaklı araçlar ile bu sona ulaşmayla gerçekleşir.
Eisenstein, hiçbir zaman kendisini yukarıda ana
hatlarıyla çizilen mekanik kurama tamamen kaptırmamıştır başlangıçtan itibaren
yazılarında karşıt kuramın ip uçları verilmiştir. Bu organik kuramdır. Organik
kuramı hakkındaki fikirlerin kaynakları burada sayamayacağımız kadar fazladır.
Organik kuram 19. yy başlangıcından itibaren batı uygarlığındaki sanatsal
yaratımın en etkin modeli olmuştur. Eisenstein, gençliğinin radikal
yapısalcılık fikirleri ile bu geleneğin fikirlerini doğal bir potada eritmek
istemektedir.
Bu organizmayı sanat çalışmalarıyla karşılaştırabilir
görünüm yapan nedir? Daha merkezi olarak, organizmanın her bir parçası içinde
yaşayan hayat prensibi ve ruh vardır. Bu durum, onun uygun bir şekilde almasına
neden olur. Bu organizma değişik bir çevreye taşındığı zaman, kimliğini
kaybetmeden, uyum sağlayabilmek için kendisini değiştirecektir. Organizmanın
kendi yetersizliklerini düzeltebileceği, kendi, kendine onların düşüncesi
bulunmaktadır. Organizmanın kendi kendine yaratmanın ötesinde genel bir
görünümü vardır. Makine, ön varlığının sonunun ilerlemesiyle var olurken,
organizma yalnızca kendi sürekliliği içinde yaşamaktadır. Bu Eisenstein’ın
hayranlık duyduğu ve bir hayat prensibi haline getirdiği bir görünümdür.
Eisenstein’ın mekaniklik yönü, oyuncunun başlangıçtan
itibaren ne yapmak istediğini ve bunun için zorunlu olan gereksinimlerini
bilmesi gerektiğini savunur. İzleyici karşısına en etkin ve güçlü çıkmanın yolu
budur. Eisenstein’ın organik yönü ise buna karşı çıkmakta ve temanın, oyuncu
için bile görünemez olması gerektiğini düşünmektedir.
Eisentein’ın film biçimi hakkındaki görüşlerinden
bahsederken, filmin amacı konusunda
düşündüklerini de ele almak gerekir. Eisenstein’ın kuramı retorik ile
otonom sanat arsındaki ilişkileri ve sorunları da kapsamaktadır. Bu terimler
pek çok kuramda birbirine zıt kutuplar olarak değerlendirilebilir.
Henüz estetik bilimi veya sanat fikirleri doğmamış
iken yunanlılar retorik kuramlarını özenle oluşturmuşlardır. Geniş anlamda düşünüldüğünde,
retorik büyük dil ve iletişim bilimidir. Daha dar kapsamda, karşılıklı
konuşmanın sonuçları, yöntemleri ve etkileri olarak değerlendirilebilir.
Sanatın bir makine olduğu inancı, klasik retorik
durumu ortaya koymaktadır. Filmin sanat çalışması gerçek bir araç olmaktadır.
Üzerinde ayarlama ve değişiklikler yapılabilmektedir. Retoriği ortaya koyan
kişi veya film yapımcısı fikirlerini güçlü ve açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Böyle bir durumun amacı entelektüel veya duygusal olarak izleyici
etkisini sağlayabilmektir.
Eisentein, sanatın Romantik kuramcıları gibi, öncel ve
doğal olarak kendisine bağlı olan bir şeyin doğruya bağlı olduğunu
düşünmektedir. Ona göre, bir filmdeki hem yöntem (gösterimler arasına temasal
olarak nüfuz etmiş bulunan diyalektik birleşim noktası), hem de yöntemi yaratan
sonuç görünümü,yaratıcıları sanatçı ve izleyicileri ) doğru bir oluşum ve
yaşantının teması için birleştirmektir. Eisentein, yaşam halinin, Marksist bin
yıl düşüncesine doğru diyalektik bir eylem olarak, tarih ve doğanın gerçek
oluşumları ile iç içe olduğunu savunmaktadır. Öyleyse sanat retorikten daha
farklı bir görev üstlenmiştir. O,
temel insan algılamasıyla tarih ve doğanın temek oluşumları arasında uygunluğu
protesto etmek için vardır. Bu dikkatli bir mantık sistemiyle açıklanamaz.
Sanat çalışması kendisini neredeyse gizemli bir şekilde göstermektedir. Bunu
kendisini mükemmelleştirerek, insan oğlu ile doğa arasında aracılık ederek
yapmaktadır.
Marksist durumda, Eisenstein, sanatın kültürü kuvvetlendirdiğini
hissetmektedir. Çünkü bu kültür, uygun diyalektik ilkeler üzerine
temellenmiştir. Zihin ve doğa oluşumlarıyla uyum halindedir. Devrim öncesi
toplumlarda, gerçek sanat, protesto amaçlı başkaldıran bir güç olmalıdır.
Sanat, algılamaları değiştirerek, davranış değişikliklerini sağlayabilir. Bunu
kendi içindeki yapısıyla dolaylı olarak yapabilmektedir. Diğer taraftan,
retorik bilgi ve tutumda belirle değişimler yapmaktan başka bir amaca sahip
değildir.
Eisenstein, ümitsiz bir şekilde, bu değişimi
istemektedir. O, film sanatı düşüncesinin bunu derece derece yerine getirmesini
ister. Doğrunun dağıtımını (retorik) değil, doğrunun genel görünümünü (sanat)
arzulamaktadır.
Eisenstein’ın film kuramının gerçek bir duyumundan,
makineyle organizmanın bu diyalektik şekillenmesi vardır. Onun makalelerinin
çoğu, Rusya’daki estetik savaşın bir parçası olarak yazılmıştır. Film yapımının
belli türleri yüceltilirken, diğerlerine karşın bir savaşım verilmektedir.
Onlar, kelimenin tam anlamıyla retoriktir. Kuram, bir bütün olarak organik bir
yaşantıya sahip görünmektedir.
Kaynakça:
Dorsay
, Atilla , 100 Yılın 100 Yönetmeni, Remzi Kitabevi.